Doğa yeşilden, sarıya çevirirken yüzünü, rüzgarı da getiriyor hayatımıza… Tüm o kaosun arasında bir ağaç gibi rüzgara meydan okumayı, bükülmeyi ama kırılmamayı öğreniyoruz.
Geçenlerde kaç senelik uzak bir arkadaşımla Facebook’ta bir tartışma içinde buldum kendimi. Evet, artık teknoloji o kadar başka bir boyuttaki eskiden yüz yüze olan tartışmalar artık telefonun dokunmatik tuşlarında. Anladığım kadarıyla sevgili arkadaşım, Facebook’ta kendi hesabımda Türkçe yazdığım içeriğe, yapılan İngilizce yorumlara çok içerlemiş. Türkçe bilen, Türkçe konuşan biri nasıl olur da Türkçe bir yazıya İngilizce yorum yazarmış ve bu özentilik değilmiş de neymiş! Normal şartlarda hayatımda bana öfke ile gelenlere duvar olmayı seçiyorum. Bitmeyen öfkelere sonsuzlukta devam etmek yerine duvar olup, ateşi hiçbir şey yapmadan söndürmek… Ama bu sefer yapamadım, çünkü konu benim yaprağımın rengi değil, yanımdaki çiçeklerin yapraklarının rengiydi. Hiç istemesem de bir şekilde Facebook’ta yorumlar altında tartışmaya başladık. Eleştiri yapmakta kendini haklı gören arkadaşıma, istediğini düşünmekte ve söylemekte serbest olduğunu söyledikten sonra orasının benim alanım olduğunu hatırlatınca arkadaşlık listemden kendi kendini çıkardı! (Ne günlere geldik evet, Facebook hesabımız bizim teknolojik alanımız oldu.)
Eminim sevgili arkadaşımın kendince haklı nedenleri vardı, eminim İngilizce yorum yapan arkadaşlarımın da kendince nedenleri vardı. Tek bildiğim içimizde ne varsa onu yansıttığımız.. Benim de hoşuma gitmeyen milyon tane olay ya da yorum oluyor ama gördüklerim ya da bildiğimi sandıklarımla dünyayı algılamaya çalışmaktan vazgeçeli çok oldu. Bilmediğimin ötesinde çok şey olduğunu farkındayım. İnsanları bana dedikleri ya da demediklerine göre bir sınıfa sokmuyorum. Evet, insanım kırılıyorum, ağlıyorum ama parmağımı karşıya göstermek yerine önce kendime doğrultuyorum aynayı. Ne hissediyorum şimdi? sorusunun bakmaya gönül veriyorum. Bazen gösteremiyorum, kaçıyorum bazen ise çıkan sadece göz yaşı oluyor ama önemli olan suçlunun ya da kurtarıcının dışarıdan gelmeyeceğini biliyorum.
Dünyayı sadece algılayabildiğimiz ya da sevdiğimiz gibi sanıyoruz oysa deniz öte yakasında da yaşam var sadece burada değil..
Geçen günlerde yine 30 yaşındaki kadın şöyle olmalı gibi bir konuşma duydum. Biliyorum anneme kalsa, kafasındaki 30 yaşındaki kadın imgesi için çok farklıyım ama ben böyleyim! Üstüme olmayan, bana yakışmayan bir elbise giymek yerine, bana uyan sevdiğim bir elbise giymeyi tercih ediyorum hem de zaman zaman duyduğum ama Ayşe’nin kızı, Fatma’nın kızı söylemlerine rağmen.. Evet, hiç bitmiyor, Ayşe’nin ve Fatma’nın kızı.. Ama günün sonunda önemli olan soru şu: ”Gerçekten onların neyi, nasıl yaptığı umurunda mı?” Bakıyorum içeriye, herkes ne istiyorsa onu yapsın, ne giymek istiyorsa onu giysin, ne söylemek istiyorsa onu söylesin dışında bir cümle çıkmıyor.
Hayatta ben bunu asla yapmam deyip, altını belirginleştirip kendinden uzaklaştırırsan, uzaklaştırdığın şeyin içinde bulabilirsin. O yüzden bir şeyi ötekileştirip, dışlamak yerine anlamaya gönüllü olmak her şeyi değiştirir.
Eskiden olsa karşımdakini kırmamak adına sessiz kalırdım. Şimdi biliyorum ki esas sustuğum zaman karşımdakini kırıyorum ve kalpten çıkan hiçbir söz kimseyi incitmez..
Son dönemde gördüklerim, tanık olduklarımı düşündükçe herkesin kendine kalbiyle çizdiği bir yolu olmasını daha yürekten diliyorum.
Hangi yolu seçersek seçelim, yola çıktığımız zaman artık dışarıdaki sesleri dinlemek yerine kalbimizi dinlemek… Yolumuzun önüne çıkan ağaçları engel görmek yerine sevmeyi ve kabul etmeyi öğrenmek ve kalbimize dürüst olmak…Bırakmak ve tutunmak arasındaki ince farkı keşfedip, zamanı gelirse özgürce bırakabilmek..
Sonrası mı? Herkesin bir yolu olduğunu ve herkesin sadece kendi yolundan sorumlu olduğunu hatırlayarak kendi yolumuza bakmak …Kendi bahçemizi sulamak, başka bahçeleri eleştirmek yerine…
Suya atlamak da, suya girmeden başkalarının yüzmelerini eleştirmek sana kalmış.. İkisi de bir seçenek ama unutma ikisini aynı anda yapman mümkün değildir. Ya yüzücüsündür, izleyici….